20.9.12

birkaç şey


 Hani olmak istemediğin bir yerdesin, ama orada olmak zorundasındır, geçmişle kopmamışsındır, orada olmak istiyorsundur ama bambaşka bir yerdesindir, kendini oraya ait hissetmediğin bir yerde... En büyük kararsızlığı, en büyük ikilemi bu noktada hissediyorsun. Olmak istediğin geçmişinle farklı bir gelecek mi, yoksa içinde bulunmak istemediğin şimdinle hayalindeki gelecek mi? Şuan mı daha önemli, yoksa gelecek mi? Farklı geleceğinde geriye dönüp baktığında, güzel geçen günler mi olmalı ya da nefret ettiğin şimdini atlattıktan sonra 'İşte bu!' diyeceğin bir gelecek mi olmalı?
 Bilemiyorum, çok karışık, aynı zamanda çok net... Çok değişken, çok gerçekçi. Çok önemli, çok önemsiz.
 Sadece aynı duygular, farklı olaylar demek istiyorum. Sadece umuyorum ve umuyorum.

15.9.12

Film: The Fountain



Yönetmen: Daren Aronofsky
Tür: Aşk, Bilim-Kurgu, Dram
IMDb Puanı: 7.2/10

The Fountain uzun zamandır varlığından haberim olup da doğru zamanda izleyeyim dediğim filmlerden. Soundtrackini filminden önce dinleyip, hastası olmuştum, filmi de bir o kadar sevdim.

Konusu kısaca üç farklı zaman dilimindeki ortak noktaya sahip aşkı anlatıyor. İlk hikaye İspanya'nın yaklaşık 1600 yıllarında geçiyor; ikinci hikaye günümüz zamanında; üçüncüsü ise uzak gelecekte, 26. yüzyılda geçmektedir. Bu üç hikayenin ortak noktasının aynı aşka sahip olduğunu söyleyebiliriz, farklı zamanlarda, farklı sebeplerde ama aynı amaç uğruna. 

Günümüzdeki Tomas&Isabel
Günümüzde geçen hikayede, Isabel, (Aslında ismi Izzy olsa da, her hikayede Isabel olarak bahsedeceğim) beyin tümörüne sahip. Kocası Tomas (diğer ismiyle Tommy) nöroloji alanında çalışan bir doktordur ve karısını tümörden kurtarmak için çalışmalar yapmaktadır. Bu arada Isabel, İspanyada geçen hikayenin yazarıdır ve on bir bölümünü tamamlamış, kitabın son bölümünü yazmamıştır. Ayrıca film boyunca gözümüze çarpacak yüzük, bu hikayede Tomas tarafından laboratuvarında kaybedilmiştir.

Isabel, İspanya Kraliçesi
1600 yılındaki hikayede (Günümüz Isabel'inin yazdığı hikaye), Isabel, İspanya Kraliçesi'dir ve Tomas ülkesine ve kraliçesine bağlı bir kumandandır. Isabel'in ülkesi ve hayatı bir engizator tarafından tehdit altındadır ve kraliçe, Tomas'a suyunu içtiğinde ölümsüz olduğun hayat ağacı denilen yeri bulmasını emreder. Filmde bahsi geçilen yüzük burada Isabel tarafından Tomas'a verilir.
Gelecekteki hikayede ise Tomas, hayat ağacıyla uzaydadır ve günümüz hikayesinde karısının bahsettiği, Xibalba'nın ölülerin orada tekrardan doğduğunu söylediği ölen bir yıldıza yolculuk etmektedir. Yüzük ise burada yoktur, Tomas'ın günümüz hikayesinde yüzüğün yerine yaptığı mürekkep dövmesi (gibi) vardır.
Üç hikayedeki zaman kavramları çok karışık aslında. Şimdiki zaman uzayda geçmiş olsa da, yalına indirmeye çalışıyorum, kafa karışıklılığı yaratmamak için. 
Film bu hikayelerin bağlantılarını karışık bir şekilde verip gerisini hayalgücümüze bırakmış, ben filmi izlerken pek çok 'olabilir mi böyle acaba?' soruları oluştu kafamda, bazı incelemelere bakınca aynı fikirde olduğumu gördüm... Yönetmen/senarist çok ince, çok güzel kurgulamış senaryoyu öncelikle.
Filmde soyutlaşmış nesnelere değinmek istiyorum: yüzük ve ağaç. Yüzük burada bağlılığı ve bir şekilde hayatta kalma tutkusunu simgeliyor. İspanya hikayesinde yüzük Tomas'a verilmişti, günümüzde Tomas bu yüzüğü kaybetmişti ve karısının ölümünden sonra yüzüğü aramaya, o boşluğu doldurmaya girişmişti, uzaydaki hikayede ise arayışı hala sürmekteydi... Dediğim gibi hayata bağlılığı simgeleyen yüzük, Tomas'a filmde kendisinin de "Ölüm bir hastalık, her hastalığın bir çaresi vardır" dediği gibi sonsuza dek yaşama düşüncesi vermiştir. Karısı ise "Ölüm doğmanın yoludur" düşüncesine sahiptir. Isabel kitabının son kısmını Tomas'a 'bitir onu' diyerek bırakmıştı ayrıca not olarak. Ağaç ise filmde farklı bir yere sahip, Isabel müzede  vücudundaki tohum ile ağaçlanmış ve meyvesini yiyen kuşlarda yaşamını sürdüreceğine inanan adamın hikayesini anlatmıştır ve uzaydaki Tomas'ın sık sık ağaçla konuştuğu, ağacın bir parçasını keserek yediği görülmektedir. Burada ağaç Isabel'dir. Tümörden ölen Isabel'in mezarına son sahnede Tomas bir tohum ekmiştir ve bu tohum Isabel'in vücudunda hayat bulmuştur, Tomas ise uzaya çıkarak Xibalba'nın ölüler orada tekrar doğar dediği yere gider ve orada Isabel'in tekrardan doğacağına inanır. Tomas'ın ağacı yemesiyse Isabel ile sonsuza kadar yaşamak içindir. Filmde her hikayede Isabel'in sonsuza dek birlikte olacağız dediğini görüyoruz ayrıca ve aynı zamanda "Ölüm doğmanın yoludur" diyordu. Burada Tomas'a vermek istediği 'Eğer ölürsek, sonsuza dek birlikteyiz, ölüm başlangıçtır' mesajıdır. Tomas ise bunu anladığında, Xibalba'nın yıldızına ulaşmış ve yüzüğü takmış olur, böylece iki hikayedeki yüzük arayışı sonlanmış, ölümü kabullenmiştir...
İncelemeyi yazarken yer yer acayip zorlandım, filmdeki bulgular epeyce kafamı karıştırdı, ironik şeyler bulma korkusuyla baştan okumadım bile yazdıklarımı... Kısaca bu filmi sevdim, izlediklerimin en iyilerindendi kategorisine bile girdi.
Oyunculuklar hiç fena değildi, ben özellikle günümüz hikayesinde, Izzy&Tommy hikayesini çok sevdim. Giriş-gelişme-sonuç olarak ayrılacak üç hikayede, gelişmede olan bu hikaye yer yer çok duygulandırdı, gözlerimi doldurdu. Özellikle hastane sahnesi hafızalardan silinmeyecek türdendi. Bir de banyo sahnesindeki "-I'm losing sensitivity to hot and cold. +Why didn't you tell me?  -Because I feel different inside. I feel different." diyalog çok güzeldi, Rachel Weisz'in mimikleri, sözlerle uyumu çok hoştu.
Soundtrack ise müthişti tek kelimeyle, Clint Mansell yine harika bir iş çıkarmış diyebilirim. Özellikle "Death is the Road to Awe"i çok sevdim, sürekli dinlediklerimden.

Yazı Sonu: Filme puanım 8/10.



14.9.12

Müzik: Ne Dinliyorum?


Boş işlerin insanıyım, üşenmeye bir üşenirim ama buraları güncelleme isteği bir an gelip saçma saçma şeyler yaptırabiliyor... Her yaptığını, her gördüğünü sevip de paylaşmak isteyen blogger yazarı değilim ben. Arada sırada bloga uğrayıp, otakuymuşcasına sadece anime incelemeleri yazıyorum, rahatsızım.

Müzik zevki sürekli saçma sapan şekilde değişen biri olarak böyle bir post atayım dedim, amaç tamamen amaçsızlık.

Şu aralar çok fazla score müzikler, klasikler dinliyorum...

The Cinematic Orchestra'nın Arrival of the Bird&Transformation'ı
bu sıralar çılgına bağlayıp dinlediklerimden. Aslında ikisi farklı olsa da,
aynı konsept içindeler ve çok güzeller!
Ayrıca videonun youtube yorumu benim de şahsi yorumumdur:
"I want my life to be this beautiful"


Antonio Vivaldi'nin çok meşhur Four Seasons 
konçertosundan Summer bölümünün 3. kısmı
yine en çok dinlediklerimden... Birileri "Heavy 
metal, 17th century style." demiş, çok hak verdim.
İnsanı coşturabilen klasiklerden. Ben boşuna yaz ayını
sevmiyorum bir de ehehe.



Korn ft. Skrillex'in Get Up'ının uzun zamandır 
farkındaydım fakat yeni yeni dinlemeye başlayıp
açık açık hayranlık duydum... Dubsteple metalin
çok leziz uyumu var cidden. Heyecana gelinmelik,
hormonları tavan yapmalık!


Müziğini Michael Cashmore'un yaptığı,
 Antony Hegarty tarafından seslendirilen
"The Snow Abides" yıkar geçer ortalığı.
O derece sevdim ben bu şarkıyı, o derece
benimsedim. Sözlerini buraya uzun uzun yazmak
isterdim ama sadece en sevdiğim kısımları yazacağım.
"n the doorway i catch a sign
oh there is too much, there is too much"
-
"Like an angel fallen whilst I saw your eyes
Leaking lights
Follow the clouds drifting like comets
Ten twenty years, where will you sleep? 



Yazı Sonu: Müzik zevkime laf ettirmem.